Uzun
zamandır çokça sözü edilen, üzerine uzun konuşmalar yapılan, araştırmalar
yürütülen, akademik makaleler hazırlanan, hiç gelmeyecek bir gelecek
olarak görülen küresel iklim değişikliği son yıllarda artık kendini
iyice hissettirmeye başladı. Özellikle bu yıl kendisini kuraklık, sel, orman
yangınları olarak belli etti. Öyle ki henüz bir afetin yaraları sarılamadan
ülke olarak bir başkasıyla aynı anda mücadele etmek durumunda kaldık. Doğal
afetler birbiri ardına yaşanınca; iklim değişikliğinin sert etkileri kanun
koyucuları da harekete geçirdi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adı "Çevre, Şehircilik ve İklim
Değişikliği Bakanlığı" şeklinde değiştirildi.
Böylece,
Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesindeki Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel
Müdürlüğü de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlandı.
Ayrıca Bakanlık bünyesinde İklim
Değişikliği Başkanlığı kuruldu.
Yine
bu süreçte (Ekim/2021) Türkiye, iklim değişikliği ile mücadele amacıyla
ülkelerin ortak hareket etmelerini hedefleyen Paris Anlaşması’nı TBMM’ye sunarak onayladı.
Peki tüm dünyayı etkisi altına alarak
harekete geçiren “iklim değişikliği“ nasıl meydana geliyor?
Atmosferimizin
bileşiminde yer alan karbondioksit (CO2), su buharı (H2O),
azotlu bileşikler ve metan (CH4) gibi gazlar, atmosferde ısı tutma özelliğine sahip
oldukları için (dünyadaki ısının uzaya kaçmasını engelleyerek)
gezegenimizi saran bir battaniye etkisi meydana getirirler. Eğer sera gazları
olmasaydı dünyamız buzlarla kaplı bir çöl olurdu. Bu gazların azlığı soğumaya
neden olacağı gibi miktarındaki artış da, bir anlamda battaniyenin
kalınlaşmasına neden olur.
En
basit ifadeyle sera etkisini de şöyle özetleyebiliriz. Dünya’nın ısınmasında en
önemli rolü olan gaz; CO2’dir ve doğaya salınan karbonun normalde
yarısını okyanuslar, ormanlar emer. Geriye kalan yarısı atmosfere çıkmaya devam
eder, ısı atmosferde hapsolur. Ne kadar çok karbon atmosfere geri gönderilirse
o kadar çok ısı meydana gelir. Böylece dünyamız bir nevi bildiğimiz sera gibi
olur ve ısınır. Isınınca buzullar erir, su seviyeleri yükselir, orman (karbonu
hapseden) yangınları başlar, ormanlar yanınca doğa tarafından emilen karbon
miktarı düşer ve daha fazla karbon salınımı meydana gelir. Karbon salınımı
arttıkça dünya tekrar ısınır ve bu şekilde döngüsel durumun içine girilir.
Günümüz
itibarıyla, sanayi devrimi öncesine göre küresel sıcaklıklarda 0,9°C’lik artış
meydana geldi. Birleşmiş Milletler, küresel ısınmanın hali hazırda 1,2 °C’ye
ulaştığını belirtiyor. Dünya Meteoroloji Örgütü'nün (WMO) raporuna göre 2025'e
kadar, dünyamızın sanayi öncesi seviyelerin 1.5 °C üzerinde ısınma; yani bir
başka deyişle küresel ısınmanın sınırlandırılması için eşik olarak belirlenen
seviyeye ulaşma ihtimali %40 oranında. Paris İklim Anlaşması'nın belirlediği
düzenlemeler küresel ısınmanın 2 °C derecenin altında tutulmasını, sınır
hedefin de 1.5 °C derece olmasını öngörüyor. Sera gazı salımlarının mevcut
artış hızıyla, sıcaklıkların 2060’da 4°C’yi, 2100’de ise 6°C kadar artacağı hesaplanıyor.
Çağımızda
yaşanan iklim değişikliği tamamen insan eliyle oluşan yani; antropojenik etkiler ile meydana gelen
iklim değişikliği. Zaten Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)
2013’de 1000’i aşkın bilim insanıyla beraber tamamladığı 5. Değerlendirme
Raporu’nda, küresel ortalama sıcaklıklardaki artışın, yani iklim değişikliğinin
”kesin olarak” insan
faaliyetlerinden kaynaklandığını ortaya koydu.
En
önemli antropojenik sera gazı ise CO2’dir. Sanayi Devrimi öncesinde
280 ppm (ppm; milyonda bir parçacık) seviyesindeki küresel CO2 miktarı,
2020 yılına geldiğimizde 412.5 ppm seviyesine yükseldi. Bu seviyeleri dünyamız
en son 3 milyon yıl önce doğal oluşumu
(doğal yollarla oluşan iklim değişikliği) sırasında gördü. (Normal şartlar
altında 650 Bin yıldır 300 ppm seviyesini aşmamış.) Dolayısıyla antropojenik
etkiler ile meydana gelen iklim değişikliğini kontrol altına almak da yine
insanın elinde. Bu nedenle son zamanlarda tüm dünya bu konuya dikkat kesilmiş
durumda.
Kuraklık
İklim
değişikliğinin en yaygın bilinen etkisi sıcaklık artışı etkisi ile kuraklık
olsa da, elbette ki etkileri bununla sınırlı değil. Yükselen sıcaklıkların yol
açacağı kuraklık ve diğer ekstrem doğa olaylarındaki artış bütün bir ekosistemi
ciddi bir tehlike altında bırakıyor.
Ekstrem
doğa olaylarındaki artış; özellikle de insan yaşamı için son derece önemli
olan, tarım ürünlerinde ürün kayıplarına neden olarak, gıda güvenliğini tehdit
ediyor. Çünkü iklim, her türlü doğal riske açık olan tarımsal üretimi doğrudan etkiliyor.
Meteorolojik
karakterli doğal afetler içerisinde en kapsamlı etkiye sahip olanı ise hiç
şüphesiz kuraklık. Kuraklık, yağış miktarının uzun yıllar boyunca gerçekleşen
yağışların ortalama değerinden daha az olması ile ortaya çıkan bir doğa olayı. Türkiye
zaten bulunduğu coğrafi konum itibariyle yarı-kurak bir iklim kuşağında
bulunuyor ve topografyası gereği düzensiz yağış rejimine sahip. Bu nedenlerle
de sürekli kuraklık riski altında yaşayan bir ülke.
Tabii
burada şunu özellikle belirtmek gerekir ki; tarım sektöründe kuraklığın anlamı,
diğer sektörlerden daha farklı. Çünkü bitkiler için yıl içerisinde yağan toplam
yağıştan çok, büyüme dönemlerinde bitki kök bölgesinde var olan su miktarı
önemli. Dolayısı ile bitkilerin çıkış ve gelişme döneminde ihtiyaç duydukları
suyun toprakta bulunamaması, tarımsal kuraklık olarak adlandırılıyor.
Tarım
teknolojisi ileri ülkelerde bile, tarımsal üretimin temel sorunlarından biri
hala kuraklık. Karaların, yaklaşık % 16’sının kurak ve yarı kurak bölgeler
olduğu tahmin ediliyor.
Kuraklık
sosyal, çevresel ve ekonomik etkileri olan doğal bir olaydır. Etkisi yaşandığı
yılla birlikte birkaç yıl daha devam edebilir. Örneğin, bu yıl yaşadığımız
tarımsal kuraklık bazı bölgelerde özellikle tahıl grubunda ciddi ürün
kayıplarına yol açtı. Buna bağlı olarak ürün fiyatlarında önlenemez fiyat
artışları meydana geldi. Aynı zamanda hayvancılık tarafında yem girdisi
olarak kullanılan tahıl grubu ürünler, hem ürünlerin arzında yaşanan
sorunlar hem de fiyat artışları nedeniyle, hayvancılık sektörünü de
darboğaza soktu. Yükselen girdi fiyatları nedeniyle zor bir dönem
geçiren üreticiler, yaşanan sert kuraklık nedeniyle meralarda da üretim yapma
imkânına sahip olamadı. Diğer taraftan pandemi etkisiyle önemli ihracatçı
ülkelerin kendi gıda güvenliklerini korumak adına stok politikası gütmeleri ve
artan dolar kuru nedeniyle ithalat da oldukça zorlaştı. Devlet
her ne kadar duruma müdahale ederek üreticiler arası denge kurmaya çalışsa da
piyasalarda durum pek öyle kolay çözülecek gibi gözükmüyor.
İklim
olaylarına bağlı olarak tarımsal üretimde; verim ve kalitenin azalması
(özellikle yeni iklime adapte olamayan tüm tarım ürünlerinde verim düşüklüğü), ürün
fiyatlarının aşırı yükselmesi, buna bağlı olarak gıda enflasyonun artması, ürününün
tamamını kaybeden üreticilerin, ürün fiyat artışlarından yararlanma imkânının kalmaması
nedeniyle bir sonraki sene üretim sezonuna başlarken finansal sorunlar
yaşaması, üst üste yaşanan doğal afetlerin etkisiyle riskin artması ve tarımdan
kopuşların yaşanması; artık sık sık tartışılan ve gündeme taşınan sorunlar
olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik küresel iklim değişikliğinin olumsuz
etkilerinin henüz tam olarak hissedilmediği günümüzde bile; hava şartlarındaki
küçük değişimlerin tarımsal üretimi, üretici ve tüketiciyi nasıl olumsuz bir
şekilde etkilediğini gözler önüne seriyor.
Hava
sıcaklıklarında beklenen değişimlerin etkisiyle ürünlerin veriminde azalma, ürün
deseni değişikliği (su sıkıntısı
nedeniyle kuraklığa dayanıklı bitkilere; hatta belki de yapay gıdaya yönelim
artabilir), ürünlerin dikim ve hasat zamanında değişiklikler, sıcaklıkların
artış göstereceği bölgelerde ürün yetiştirmeye elverişli tarım alanlarında
azalma, sulama suyu talebinde artış, hastalık ve zararlılarda artış
gözlemlenebilir. Önümüzdeki dönemlerde de özellikle İç, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgeleri ile Çukurova’da aşırı kuraklık beklenirken Doğu Karadeniz’de
ise aşırı yağış beklentileri var. Bu yıl yaşananlar tam beklentileri karşılar
nitelikle olaylardı.
SONUÇ
Bilindiği
gibi ülkemizde tarımsal üretimin %75’i doğal yağışlara bağlı olarak yapılıyor.
Bu nedenle çoğu üretici kuraklıktan doğrudan etkileniyor. Sulama yapılan
alanlarda ise, kuraklığın yaşandığı dönemlerde sulama amaçlı kullanılan
barajların doluluk oranlarının düşüş göstermesi, hem o dönemi hem de bir
sonraki sezon tarımsal üretim dönemini olumsuz etkiliyor. Damlama ve
yağmurlama sulama yatırımlarına ağırlık verilmesi ve kuraklığın getirdiği
risklerden korunma faaliyetlerine yönelik üreticilerin bilinçlendirilmesi ve yönlendirilmesi
artık sosyal bir sorumluluktan çok sürdürülebilir işletme modeli için
zorunluluk arz ediyor.
Kuraklık
dönemlerinde tahıl grubunda yaşanan fiyat artışları olumlu karşılansa da; bu
durum büyükbaş hayvancılık için büyük bir risk oluşturuyor. Önceki yıllarda
benzer kuraklık dönemlerinde yem maliyetlerinin artışı birçok işletmenin
kapanmasına, hayvanlarının kesilmesine ya da üreticinin hayvancılıktan
çekilmesine neden olmuştu. Benzer
bir olumsuzluğun bu yılda da ve benzer dönemlerin ardından yaşanabileceği
öngörülebilir.
Yapılan
araştırmaların gösterdiği üzere; bu yıl yaşanan kuraklık, sel, dolu, orman
yangınları gibi afetlerin bundan sonraki dönemlerde daha sık yaşanacağı
unutulmadan risk modellemelerinin buna göre yapılması artık bir zorunluluk gibi
görünüyor.
2050 yılına
geldiğimizde küresel gıda talebinin %70 artması bekleniyor. Talebi karşılamak
adına birim alandan daha fazla ürün almayı hedefliyoruz ancak görüyoruz ki
önümüzde çok daha temel; doğal afetler sorunu var.
Birleşmiş
Milletler’ e göre dünyanın kalan sağlıklı toprak yüzeyi (üretim yapılabilir) 60
yıl içinde yok olacak. Yani toprağımızı koruyacak önlemler alınmazsa geriye 60
hasadımız kaldı. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; ekosistem bir bütündür. İklim
değişikliğinin zararlı etkilerinin önlenmesi sadece bölgesel değil aynı zamanda
uluslararası düzeyde alınacak önlemlerle mümkün olabilir; önlemler küresel
düzeyde olduğu sürece etkin ve sürdürülebilir olabilir.
Ülkelerin iklim değişimine uyum ve olumsuz sonuçlarının azaltılmasına yönelik stratejiler geliştirmeleri sayesinde, gelecekte yaşanması muhtemel zorlukların önüne geçilebilir. Mevcut ve gelecek nesillerin gıda ihtiyaçlarını karşılayacak sürdürülebilir tarım modellerinin hayata geçirilmesi çağımızın öncelikli konuları arasında yer alıyor. İklim değişikliği ile mücadele ve uyum kapsamında modern tarım tekniklerinin geliştirilmesi, tarım sektöründe üretim kayıplarının önlenmesi açısından önemli. Daha önce de belirttiğimiz gibi tarımsal sulama teknolojilerinin geliştirilmesi, toprağa zarar veren kimyasal gübre kullanımını azaltılması ve hatta sıfıra indirilerek organik tarım yöntemlerinin geliştirilmesi ve verimli tarım arazilerinin korunması (toprağın yapısını bozan yanlış toprak işleme yöntemlerini ve anız yakma gibi organik madde miktarını azaltan klasik yöntemleri terk ederek) gibi tedbirleri içeren tarımsal politikaların öncelikli olarak hayata geçirilmesi sürdürülebilir tarım için önemli.
Bahar Çınar
Ziraat Mühendisi


