24 Ağustos 2021 Salı

Doğanın Gizli Tehlikesi: İklim Değişikliğine Bağlı Kuraklık

Uzun zamandır çokça sözü edilen, üzerine uzun konuşmalar yapılan, araştırmalar yürütülen, akademik makaleler hazırlanan, hiç gelmeyecek bir gelecek olarak görülen küresel iklim değişikliği son yıllarda artık kendini iyice hissettirmeye başladı. Özellikle bu yıl kendisini kuraklık, sel, orman yangınları olarak belli etti. Öyle ki henüz bir afetin yaraları sarılamadan ülke olarak bir başkasıyla aynı anda mücadele etmek durumunda kaldık. Doğal afetler birbiri ardına yaşanınca; iklim değişikliğinin sert etkileri kanun koyucuları da harekete geçirdi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adı "Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı" şeklinde değiştirildi.

Böylece, Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesindeki Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlandı. Ayrıca Bakanlık bünyesinde İklim Değişikliği Başkanlığı kuruldu.

Yine bu süreçte (Ekim/2021) Türkiye, iklim değişikliği ile mücadele amacıyla ülkelerin ortak hareket etmelerini hedefleyen Paris Anlaşması’nı TBMM’ye sunarak onayladı.

Peki tüm dünyayı etkisi altına alarak harekete geçiren “iklim değişikliği“ nasıl meydana geliyor?

Atmosferimizin bileşiminde yer alan karbondioksit (CO2), su buharı (H2O), azotlu bileşikler ve metan (CH4) gibi gazlar, atmosferde ısı tutma özelliğine sahip oldukları için (dünyadaki ısının uzaya kaçmasını engelleyerek) gezegenimizi saran bir battaniye etkisi meydana getirirler. Eğer sera gazları olmasaydı dünyamız buzlarla kaplı bir çöl olurdu. Bu gazların azlığı soğumaya neden olacağı gibi miktarındaki artış da, bir anlamda battaniyenin kalınlaşmasına neden olur.

En basit ifadeyle sera etkisini de şöyle özetleyebiliriz. Dünya’nın ısınmasında en önemli rolü olan gaz; CO2’dir ve doğaya salınan karbonun normalde yarısını okyanuslar, ormanlar emer. Geriye kalan yarısı atmosfere çıkmaya devam eder, ısı atmosferde hapsolur. Ne kadar çok karbon atmosfere geri gönderilirse o kadar çok ısı meydana gelir. Böylece dünyamız bir nevi bildiğimiz sera gibi olur ve ısınır. Isınınca buzullar erir, su seviyeleri yükselir, orman (karbonu hapseden) yangınları başlar, ormanlar yanınca doğa tarafından emilen karbon miktarı düşer ve daha fazla karbon salınımı meydana gelir. Karbon salınımı arttıkça dünya tekrar ısınır ve bu şekilde döngüsel durumun içine girilir.

Günümüz itibarıyla, sanayi devrimi öncesine göre küresel sıcaklıklarda 0,9°C’lik artış meydana geldi. Birleşmiş Milletler, küresel ısınmanın hali hazırda 1,2 °C’ye ulaştığını belirtiyor. Dünya Meteoroloji Örgütü'nün (WMO) raporuna göre 2025'e kadar, dünyamızın sanayi öncesi seviyelerin 1.5 °C üzerinde ısınma; yani bir başka deyişle küresel ısınmanın sınırlandırılması için eşik olarak belirlenen seviyeye ulaşma ihtimali %40 oranında. Paris İklim Anlaşması'nın belirlediği düzenlemeler küresel ısınmanın 2 °C derecenin altında tutulmasını, sınır hedefin de 1.5 °C derece olmasını öngörüyor. Sera gazı salımlarının mevcut artış hızıyla, sıcaklıkların 2060’da 4°C’yi, 2100’de ise 6°C kadar artacağı hesaplanıyor.  

Çağımızda yaşanan iklim değişikliği tamamen insan eliyle oluşan yani; antropojenik etkiler ile meydana gelen iklim değişikliği. Zaten Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 2013’de 1000’i aşkın bilim insanıyla beraber tamamladığı 5. Değerlendirme Raporu’nda, küresel ortalama sıcaklıklardaki artışın, yani iklim değişikliğinin ”kesin olarak” insan faaliyetlerinden kaynaklandığını ortaya koydu.

En önemli antropojenik sera gazı ise CO2’dir. Sanayi Devrimi öncesinde 280 ppm (ppm; milyonda bir parçacık) seviyesindeki küresel CO2 miktarı, 2020 yılına geldiğimizde 412.5 ppm seviyesine yükseldi. Bu seviyeleri dünyamız en son 3 milyon yıl önce doğal oluşumu (doğal yollarla oluşan iklim değişikliği) sırasında gördü. (Normal şartlar altında 650 Bin yıldır 300 ppm seviyesini aşmamış.) Dolayısıyla antropojenik etkiler ile meydana gelen iklim değişikliğini kontrol altına almak da yine insanın elinde. Bu nedenle son zamanlarda tüm dünya bu konuya dikkat kesilmiş durumda.

Kuraklık

İklim değişikliğinin en yaygın bilinen etkisi sıcaklık artışı etkisi ile kuraklık olsa da, elbette ki etkileri bununla sınırlı değil. Yükselen sıcaklıkların yol açacağı kuraklık ve diğer ekstrem doğa olaylarındaki artış bütün bir ekosistemi ciddi bir tehlike altında bırakıyor.

Ekstrem doğa olaylarındaki artış; özellikle de insan yaşamı için son derece önemli olan, tarım ürünlerinde ürün kayıplarına neden olarak, gıda güvenliğini tehdit ediyor. Çünkü iklim, her türlü doğal riske açık olan tarımsal üretimi doğrudan etkiliyor.

Meteorolojik karakterli doğal afetler içerisinde en kapsamlı etkiye sahip olanı ise hiç şüphesiz kuraklık. Kuraklık, yağış miktarının uzun yıllar boyunca gerçekleşen yağışların ortalama değerinden daha az olması ile ortaya çıkan bir doğa olayı. Türkiye zaten bulunduğu coğrafi konum itibariyle yarı-kurak bir iklim kuşağında bulunuyor ve topografyası gereği düzensiz yağış rejimine sahip. Bu nedenlerle de sürekli kuraklık riski altında yaşayan bir ülke.

Tabii burada şunu özellikle belirtmek gerekir ki; tarım sektöründe kuraklığın anlamı, diğer sektörlerden daha farklı. Çünkü bitkiler için yıl içerisinde yağan toplam yağıştan çok, büyüme dönemlerinde bitki kök bölgesinde var olan su miktarı önemli. Dolayısı ile bitkilerin çıkış ve gelişme döneminde ihtiyaç duydukları suyun toprakta bulunamaması, tarımsal kuraklık olarak adlandırılıyor.  

Tarım teknolojisi ileri ülkelerde bile, tarımsal üretimin temel sorunlarından biri hala kuraklık. Karaların, yaklaşık % 16’sının kurak ve yarı kurak bölgeler olduğu tahmin ediliyor. 

Kuraklık sosyal, çevresel ve ekonomik etkileri olan doğal bir olaydır. Etkisi yaşandığı yılla birlikte birkaç yıl daha devam edebilir. Örneğin, bu yıl yaşadığımız tarımsal kuraklık bazı bölgelerde özellikle tahıl grubunda ciddi ürün kayıplarına yol açtı. Buna bağlı olarak ürün fiyatlarında önlenemez fiyat artışları meydana geldi. Aynı zamanda hayvancılık tarafında yem girdisi olarak kullanılan tahıl grubu ürünler, hem ürünlerin arzında yaşanan sorunlar hem de fiyat artışları nedeniyle, hayvancılık sektörünü de darboğaza soktu. Yükselen girdi fiyatları nedeniyle zor bir dönem geçiren üreticiler, yaşanan sert kuraklık nedeniyle meralarda da üretim yapma imkânına sahip olamadı. Diğer taraftan pandemi etkisiyle önemli ihracatçı ülkelerin kendi gıda güvenliklerini korumak adına stok politikası gütmeleri ve artan dolar kuru nedeniyle ithalat da oldukça zorlaştı. Devlet her ne kadar duruma müdahale ederek üreticiler arası denge kurmaya çalışsa da piyasalarda durum pek öyle kolay çözülecek gibi gözükmüyor.

İklim olaylarına bağlı olarak tarımsal üretimde; verim ve kalitenin azalması (özellikle yeni iklime adapte olamayan tüm tarım ürünlerinde verim düşüklüğü), ürün fiyatlarının aşırı yükselmesi, buna bağlı olarak gıda enflasyonun artması, ürününün tamamını kaybeden üreticilerin, ürün fiyat artışlarından yararlanma imkânının kalmaması nedeniyle bir sonraki sene üretim sezonuna başlarken finansal sorunlar yaşaması, üst üste yaşanan doğal afetlerin etkisiyle riskin artması ve tarımdan kopuşların yaşanması; artık sık sık tartışılan ve gündeme taşınan sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik küresel iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin henüz tam olarak hissedilmediği günümüzde bile; hava şartlarındaki küçük değişimlerin tarımsal üretimi, üretici ve tüketiciyi nasıl olumsuz bir şekilde etkilediğini gözler önüne seriyor. 

Hava sıcaklıklarında beklenen değişimlerin etkisiyle ürünlerin veriminde azalma, ürün deseni değişikliği (su sıkıntısı nedeniyle kuraklığa dayanıklı bitkilere; hatta belki de yapay gıdaya yönelim artabilir), ürünlerin dikim ve hasat zamanında değişiklikler, sıcaklıkların artış göstereceği bölgelerde ürün yetiştirmeye elverişli tarım alanlarında azalma, sulama suyu talebinde artış, hastalık ve zararlılarda artış gözlemlenebilir. Önümüzdeki dönemlerde de özellikle İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile Çukurova’da aşırı kuraklık beklenirken Doğu Karadeniz’de ise aşırı yağış beklentileri var. Bu yıl yaşananlar tam beklentileri karşılar nitelikle olaylardı. 

SONUÇ

Bilindiği gibi ülkemizde tarımsal üretimin %75’i doğal yağışlara bağlı olarak yapılıyor. Bu nedenle çoğu üretici kuraklıktan doğrudan etkileniyor. Sulama yapılan alanlarda ise, kuraklığın yaşandığı dönemlerde sulama amaçlı kullanılan barajların doluluk oranlarının düşüş göstermesi, hem o dönemi hem de bir sonraki sezon tarımsal üretim dönemini olumsuz etkiliyor. Damlama ve yağmurlama sulama yatırımlarına ağırlık verilmesi ve kuraklığın getirdiği risklerden korunma faaliyetlerine yönelik üreticilerin bilinçlendirilmesi ve yönlendirilmesi artık sosyal bir sorumluluktan çok sürdürülebilir işletme modeli için zorunluluk arz ediyor.

Kuraklık dönemlerinde tahıl grubunda yaşanan fiyat artışları olumlu karşılansa da; bu durum büyükbaş hayvancılık için büyük bir risk oluşturuyor. Önceki yıllarda benzer kuraklık dönemlerinde yem maliyetlerinin artışı birçok işletmenin kapanmasına, hayvanlarının kesilmesine ya da üreticinin hayvancılıktan çekilmesine neden olmuştu. Benzer bir olumsuzluğun bu yılda da ve benzer dönemlerin ardından yaşanabileceği öngörülebilir. 

Yapılan araştırmaların gösterdiği üzere; bu yıl yaşanan kuraklık, sel, dolu, orman yangınları gibi afetlerin bundan sonraki dönemlerde daha sık yaşanacağı unutulmadan risk modellemelerinin buna göre yapılması artık bir zorunluluk gibi görünüyor. 

2050 yılına geldiğimizde küresel gıda talebinin %70 artması bekleniyor. Talebi karşılamak adına birim alandan daha fazla ürün almayı hedefliyoruz ancak görüyoruz ki önümüzde çok daha temel; doğal afetler sorunu var. 

Birleşmiş Milletler’ e göre dünyanın kalan sağlıklı toprak yüzeyi (üretim yapılabilir) 60 yıl içinde yok olacak. Yani toprağımızı koruyacak önlemler alınmazsa geriye 60 hasadımız kaldı. Ancak şunu belirtmek gerekir ki; ekosistem bir bütündür. İklim değişikliğinin zararlı etkilerinin önlenmesi sadece bölgesel değil aynı zamanda uluslararası düzeyde alınacak önlemlerle mümkün olabilir; önlemler küresel düzeyde olduğu sürece etkin ve sürdürülebilir olabilir.

Ülkelerin iklim değişimine uyum ve olumsuz sonuçlarının azaltılmasına yönelik stratejiler geliştirmeleri sayesinde, gelecekte yaşanması muhtemel zorlukların önüne geçilebilir. Mevcut ve gelecek nesillerin gıda ihtiyaçlarını karşılayacak sürdürülebilir tarım modellerinin hayata geçirilmesi çağımızın öncelikli konuları arasında yer alıyor. İklim değişikliği ile mücadele ve uyum kapsamında modern tarım tekniklerinin geliştirilmesi, tarım sektöründe üretim kayıplarının önlenmesi açısından önemli. Daha önce de belirttiğimiz gibi tarımsal sulama teknolojilerinin geliştirilmesi, toprağa zarar veren kimyasal gübre kullanımını azaltılması ve hatta sıfıra indirilerek organik tarım yöntemlerinin geliştirilmesi ve verimli tarım arazilerinin korunması (toprağın yapısını bozan yanlış toprak işleme yöntemlerini ve anız yakma gibi organik madde miktarını azaltan klasik yöntemleri terk ederek) gibi tedbirleri içeren tarımsal politikaların öncelikli olarak hayata geçirilmesi sürdürülebilir tarım için önemli.


Bahar Çınar

Ziraat Mühendisi


13 Mayıs 2017 Cumartesi

Konya Mı Büyük Hollanda Mı?


Konunun önemine dikkat çekmek adına bu kıyaslama çok yaygın yapılır oldu. Bu sayede tarımla ilgilenmeyen kesim bile neredeyse Konya kadar olan Hollanda’nın, Türkiye’den daha fazla tarımdan gelir elde ettiğini biliyor. *
Hollanda tarımsal ihracatta rekor kırıyorken, dört bir yanında tarım yapılabilen Türkiye neden tarımsal ihracatta dünya sıralamasının çok gerisinde kalıyor?
Üstelik de üretim miktarı olarak ilk 10’da yer almasına rağmen…

Aslında bu sorunun tek bir cevabı yok. Ya da sadece üretimden kaynaklanan sebepler yok. Uluslararası ticarette aktif rol alabilmek için uluslararası standartlarda ürün üretmenin yanında siyasi ilişkiler de çok önemli. Türkiye standartlara uygun üretim konusunda eksiklikleri olan bir ülke. Buna değineceğiz. Ancak siyasi ilişkilerin de çok önemli olduğunun altını özellikle çizmek gerekiyor. Son zamanlarda tarımsal ticarette ilişki içinde olduğumuz ülkeler ile yaşadığımız siyasi gerginliklerin tarım sektörüne nasıl olumsuz yansıdığını gördük. Rusya bu durumun en bariz örneği. 

Siyasi ilişkileri düzelttiğimizde de sorun çözülmüyor. Bu sefer de üretimden kaynaklanan sorunlar karşımıza çıkıyor. Rusya veya AB ülkelerine yapılan tarımsal ürün ihracatında tarımsal ilaç kalıntısı nedeniyle geri gönderilen ürün haberlerine gazetelerde sıkça rastlıyoruz. Geçtiğimiz günlerde buna bir yenisi daha eklendi. Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye’den ithal edilecek ürünler için analiz sertifikası isteyeceğini bildirdi.
Yani özetlemek gerekirse, üç bileşeni aynı anda optimum düzeyde tutmak gerekiyor;

1-     Olumlu siyasi ilişkiler,

2-     Uluslararası standartlara ve sertifika koşullarına uygun üretim,

3-     Üretim maliyetlerini kontrol altında tutarak diğer ülkelerle rekabet.
Diyelim ki; siyasi ilişkilerimizi düzelttik, uluslararası standartlara uygun üretim de yaptık. Peki diğer ülkeler ile nasıl rekabet edeceğiz?
Çeşitli kaynaklarda rekabetçi tarım için; geniş verimli tarımsal arazi, elverişli hava şartları, becerikli üreticiler, ülke koşullarına uygun modern üretim tekniklerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması; gelişmiş ve aksamadan işleyen girdi (kredi dahil) piyasaları, ulaştırma, işleme ve pazarlama altyapıları; fiyat oluşumu ve risk transferine olanak sağlayacak ürün piyasaları ve finansal kurumların gerekliliği vurgulanıyor.
Türkiye’de durum nedir?

Yukarıda saydığımız şartların ilk üçünde etkin… Peki ya diğer şartlar?
Türkiye tarıma elverişli konumunu; doğru tarım politikaları ve teknoloji kullanımıyla birleştirebilse, dünya sıralamasında çok daha yüksek seviyelere yükselme imkânı bulabilecek bir ülke. Dünya Bankası’nın yayınladığı istatistiklere göre 2014 yılı öncesi tarımsal üretimde dünyada 5. sırada olan Türkiye, 2014 yılında 9. Sıraya kadar gerilemiş. Bu durumun nedenini en geniş haliyle iki maddede özetleyebiliriz:

1.  Türkiye ucuz işgücü ve yoğun teknoloji kullanımı ile maliyet avantajı yaratan ülkeler ile rekabet edemiyor. Türkiye’de üretim maliyeti yüksek olduğu için üretimi yapılmayan ürünler, örneğin baklagiller, diğer ülkelerden ithal ediliyor. Arz açığının; yerli üreticinin desteklenerek üreticinin üretime teşvik edilmesi yoluyla kapatmak yerine, ithalat yoluyla kapatılmaya çalışılması Türkiye’de tarımdan kopuşlara neden oluyor.

2.   Tarım sektörü ülke ekonomisinde meydana gelen değişimlerden de doğrudan etkileniyor. TL’nin dolar karşısında değer kaybetmesi sonucu, dolar cinsinden hesaplanan dünya sıralamasında, Türkiye’nin yerini değiştiriyor. Üretilen ürün miktarı sabit kalsa da kur farkından dolayı sıralama değişebiliyor.
Yine söylüyoruz: Türkiye kaynaklarını doğru kullanması durumunda hem tarımsal üretim hem de tarımsal ticarette daha üst sıralarda yer alabilecek bir ülke. Türkiye hala üretim yönünde dünyanın en büyük ilk 10 ülke sıralamasında yer almayı başarıyor. Ancak aynı başarıyı tarımsal dış ticarette yakalayamıyor.

Üreticiyi yalnızca üretime yönlendirecek; üretime yönelik verilen destekler yeterli ve amacına yönelik olarak uygulanmıyor. Verilen desteklerin üretim planlamasına hizmet etmesi aynı zamanda maliyetleri de düşürme yönünde etki yaratması bekleniyor. Ancak ne yazık ki henüz o aşamaya gelinemedi. Maliyet artışından dolayı yükselen ürün fiyatlarını baskılamak için ithalat kapıları açılıyor. Oysaki bu durum üretimden kopmalara neden oluyor. İlerleyen dönemlerde ise bugün fiyatları düşünmek adına ithal edilen üründe dışa bağımlı olmamıza neden oluyor.
Aşağıdaki tabloda tarımsal üretimi en fazla ilk 10 ülke ve üretim değerleri yer alıyor:

Tarımsal Katma Değer ve GSYH İçindeki Payı,2014
Sıra
Ülke
Tarımsal Katma Değer Milyon ABD$
Tarımsal KD/Toplam GSYH%
Dünya Tarımsal KD içindeki Payı%
1
Çin
946,574
9.2%
28.3%
2
Hindistan
326,322
16%
9.7%
3
ABD
223,860
1.3%
6.7%
4
Endonezya
118,806
13.3%
3.5%
5
Nijerya
113,644
20 %
3.4%
6
Brezilya
108,270
4.5%
3.2%
7
Rusya
74,142
3.7%
2.2%
8
Pakistan
58,098
23.9%
1.7%
9
Türkiye
56,928
7.1%
1.7%
10
Japonya
53,481
1.2%
1.6%

Top 10
2,083,124
5%
62.2%

Top 20
2,464,654
4.8%
73.6%

Dünya
3,350,830
4.3%
100%

Kaynak: Dünya Bankası(2016)
Tarımsal üretimde dünya sıralamasında önemli bir konumda olan Türkiye’nin, değişen ve gelişen tarım sektörüne ayak uydurması da kaçınılmaz olacak. Çünkü git gide azalan tarım arazileri ve şartları zorlayan iklim değişimi ulusların birbiri ile ticaretini zorunlu kılacak.

Peki üretimde 9. Sırada olan Türkiye tarımsal ihracatta da ilk 10’da yer alıyor mu?
Hayır.

Üretim sıralamasında 9. Sırada yer alan Türkiye ne yazık ki aynı başarıyı ihracat tarafında gösteremiyor.  Türkiye, dünya tarım ihracatçıları arasında % 1’lik bir payla 26. Sırada yer almaktadır. 

Dünya Tüm Tarım-Gıda Mal ve Ürünleri İhracatı, 2014


Tarımsal İhracat
Sıra
Ülke
Milyar $
Dünya Payı
1
ABD
182
10.3%
2
Hollanda
112
6.3%
3
Almanya
101
5.7%
4
Brezilya
88
5.0%
5
Çin
85
4.8%
6
Fransa
81
4.6%
7
Kanada
68
3.9%
8
İspanya
55
3.1%
9
Belçika
50
2.9%
10
Hindistan
47
2.7%
26
Türkiye
18
1%

Top 10
870
49.3%

Top 20
1,231
69.7%

Dünya
1,765
100%

Kaynak: WTO (2016)

Yukarıdaki tarımsal üretim tablosunda da görüldüğü gibi ilk 10 ülke arasında yer almayan Hollanda dahi ülkemizden 5 kat fazla tarımsal ürün ihraç ediyor. Tarımda katma değerli ürün yaratmanın önemi bu tabloda açıkça görülüyor. Gelişen tarımsal ekonomide ülkelerin tarım ticaretinde yer alabilmeleri için üretilen tarım ürünlerini sanayide işleyerek katma değerli ürünler haline getirememeleri durumunda mevcut yerlerini korumalarının mümkün olmayacağı öngörülüyor. Bu sebeple verilen desteklerle (örneğin zeytinyağını 1 kilograma kadar olan ambalajlı ve markalı ihracatta ton başına 1400 lira, 1-2 kilogramlık ambalajlarda ton başına 725 lira, 2 kilogramdan 5 kilograma kadar olan ambalajlı ihracata ise ton başına 386 lira destek verilmektedir) üretilen ürünlerin sanayide işlenerek, ambalajlanarak katma değerli ürünler haline getirilmesi ve bu haliyle ihraç edilmesi gerekiyor. Aksi halde tarımsal ticarette rol alamadığımız sürece bu alandaki oyunculara hammadde üreten, bu ülkelerin gıda ve hammadde ihtiyaçlarını ucuza karşılayan bir ülke konumundan çıkmamız mümkün değil.  

Bahar ÇINAR
Ziraat Mühendisi



(*Yüzölçümü olarak baktığımızda Hollanda 41,578 kilometrekare; %18 oranında sularla kaplı alanı çıkardığımızda yaklaşık 34,000 kilometrekare. Türkiye’nin en büyük yüzölçümüne sahip ili olan Konya’nın ise yüz ölçümü 41,001 kilometrekare. Yani bu haliyle baktığımızda (su alanlarını dahil etmediğimizde) Türkiye’de bir il olan Konya dahi Hollanda’dan büyüktür.)

29 Nisan 2017 Cumartesi



Et Fiyatları Neden Artıyor?

Hayvancılık sektörüyle ilgili son yıllarda sıkça duymaya alışık olduğumuz manşet başlıkları;

“Et fiyatları artıyor”

“Türkiye saman ithal edecek”

“Süt fiyatları yerinde sayıyor. Üretici isyanda! Süt hayvanları kesime gidiyor”

“Canlı hayvan ve et ithalatı bu yıl da devam edecek"
Bu haberler tarımla ilgisi olan olmayan herkesin ilgisini çekiyor. Tarıma her ne kadar sanayi kollarına olduğu kadar önem verilmese de nihai olarak herkesin tüketici olması sebebiyle işin ucu dönüp dolaşıp hepimizi etkiliyor. Hal böyle olunca da akıllara birçok soru geliyor.

Et fiyatları neden artıyor?

Türkiye tarım ülkesi olmasına rağmen neden kendimize yeter üretim yapamıyoruz?

Türkiye tarımda artık dışa bağımlı hale mi geldi?

Öncelikle şunu belirtmek gerekir; bir ülkenin tarım ülkesi sayılmasının esasları “teknoloji kullanımı”, “dış ticaretteki payı”, “işletme başına gelir” gibi unsurlardır. Tarımın da sanayideki gibi bir işletme vasfı taşıması gerekiyor. Bunun için küçük ölçekli işletmelerden ziyade entegre tesisler, arazi bütünlüğü korunmuş büyük ölçekli alanlarda yapılan ve insan işgücünden ziyade mekanizasyonun ağırlıklı olarak kullanıldığı tarımın yapılıyor olması beklenmelidir. Gelişmiş tarım ülkelerinde durum bu. Türkiye’de ise tarımın önemini korumasının ardındaki gerçek ona bağlı olan nüfus. Ekonomik anlamda GSYH’ya katkısı nüfusa ve istihdama olan katkısından sonra geliyor. Geçtiğimiz günlerde “Tarım işsizliği 2.2 puan düşürdü” şeklinde manşet haber yapıldı. Hâlbuki tarımda istihdamın yüksek oluşu başarı değildir. Entansif tarımın gelişmediğinin en net göstergesi. Aslında “Türkiye tarım ülkesidir” derken bir yandan da tarımdaki en büyük sorun ortaya konuluyor; Türkiye tarıma elverişli ancak elindeki kaynakları etkin kullanamayan bir ülkedir.

Gelelim et sorununa…

Son yıllarda ekonomik kriz, kuraklık gibi olumsuzluklardan çok etkilenen hayvancılık sektöründe girdi maliyetlerinin çok artması ve buna rağmen tamamen tüccarların inisiyatifinde olan süt fiyatlarının artış göstermemesi ve hatta bazı bölgelerde fiyat düşüşlerinin yaşanması nedeniyle süt hayvanlarının kesime gitmesi, hayvancılık sektörünü içinden çıkılmaz bir girdaba soktu. Süt hayvanlarının kesime gitmesi geçici olarak et arzını artırdı ve et fiyatlarını baskıladı. Ancak sonrasında sektör çok daha ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldı. Anaç hayvan olmadığı için besilik hayvan bulunamaz hale geldi.

“Ana olmadan dana olmaz” tabiri tam da bu durumu açıklıyor. Ve hal böle olunca et fiyatları birden yükselmeye başladı. Kanun koyucular et fiyatlarını baskılamak için besilik hayvan ve et ithalatının önündeki engelleri kaldırdılar. Ancak sorunun temel nedeni hep göz ardı edildi: Anaç hayvan azlığı…

Peki üretimi neden artıramıyoruz?

Tarımsal girdi olarak tabir edilen gübre, mazot, ilaç vs. birçok kalemde ne yazık ki dışa bağımlılık söz konusu. Yurtiçinde ürettiğimiz gübrenin bile hammaddesi olan doğalgazda yine dışa bağımlıyız. Bu sebeple hem bitkisel üretim hem de hayvansal üretim dolarda meydana gelen dalgalanmalardan etkileniyor. Dolarda meydana gelen yükseliş girdi fiyatlarını doğrudan etkiliyor ve üretimde kopmalar başlıyor. Zaten “üstü açık fabrika” olarak tabir edilen tarım sektörü kendi doğası gereği birçok riski içinde barındırıyor. Bir de üstüne ekonomik riskler eklendiğinde sektörü daha tutarsız hale getiriyor. Yem bitkileri üretiminde maliyetlerin artması doğrudan hayvansal üretimi de etkiliyor.

Ekonomik bir süt üretimi için dünyada kabul gören süt-yem paritesi en az 1,5. Süt-yem paritesi 1 litre süt ile ne kadar yem satın alınabiliyor sorusunun cevabı. Ülkemizde bu değere en son 1998 yılında ulaşılmış; bundan sonra günümüze kadar bu değer hep 1,5’un altında kalmış.

Et-yem paritesinde ise ideal rakam 22-25 arası değerler. Ülkemizde ideal değerlere bazı yıllar ulaşılmış. Ancak sektörün istikrarlı bir yapısı bulunmuyor. Her ne kadar et fiyatları sürekli artış gösteriyor gibi gözükse de üretici gelirlerinde durum böyle değil. Yeterli besi hayvanı olmadığı için canlı hayvan fiyatı sürekli artıyor, yem fiyatları artıyor… Kuraklığın yaşandığı, girdi maliyetlerinin çok yükseldiği (örneğin saman ithalatının yapıldığı), kasaplık hayvan ve karkas et ithalatının yapıldığı yıllarda et-yem paritesi düşüş gösteriyor. Bu olumsuzluklar ise üreticilerin sektörden çekilmesine ve üretimin azalmasına neden oluyor. Hayvan üretiminin azalması et fiyatlarının yükselmesine neden oluyor. Yani tam bir kısır döngü…

Özet;

Tarım sektörü doğası gereği meteorolojik kaynaklı krizlerden etkileniyor. Ancak ülkemizde gelişmiş ülkelerin aksine teknoloji kullanımının kısıtlı oluşu nedeniyle doğaya olan bağımlılık daha da fazla. Meteorolojik kaynaklı en büyük tehlike ise kuraklık. Nitekim kuraklığın etkileri bitkisel üretim üzerinde kuraklığın meydana geldiği yıl görülmekle birlikte hayvansal üretimde o yıl ve takip eden diğer yılda da etkileri devam ediyor. Yani bir yıl yaşanan tarımsal kuraklığın hayvancılık sektörüne etkilerinin bir sonraki yıla da yansıdığı görülüyor.

Sektördeki fiyat istikrarsızlığı, yem bitkileri üretiminin yeterli düzeyde olmayışı, serbest piyasa düzeninin gerektirdiği örgütlü ve iyi işleyen bir tarımsal pazarlama sisteminin oluşturulamaması nedeniyle tüm teşvik ve desteklemelere rağmen hayvancılıkta gelişim ve verim hedeflenen seviyelere ulaşamıyor.  

İstatistiklere baktığımızda hayvan varlığı ve süt üretimi azalırken et üretimi artıyor. Görünüşe göre süt hayvanları kesime gidiyor.

Durum gerçekten böyle mi?

İstatistikler doğruyu yansıtıyor mu? Kayıt dışı çok sayıda hayvan olduğunu biliyoruz buna bağlı olarak üretimi de doğru tespit edemiyoruz. Doğru politikaların belirlenebilmesi için öncelikle kayıt dışılığın önüne geçilmeli. Doğru istatistiklerle hayvan sayısı ve üretimi tespit etmeli, buna göre üretim yönlendirmeleri yapılmalı.

Doğru teşvik ve desteklemelerle bu kısır döngüden çıkılabilir. İthalat yalnızca sorunun üstünü örten geçici bir çözüm. İthalat yerine damızlık hayvan üretimi teşvik edilmeli. Milli Tarım Projesi’nin hedeflerinden biri de aslında bu. Umarız proje doğru yönetilir ve amacına ulaşır. Türkiye kaynaklarını etkin kullanan bir tarım ülkesi konumuna ulaşır.
Bahar Çınar
Ziraat Mühendisi